Hükmün Rükünleri

A. Hakim
B. Mahkumun Aleyh = Mükellef
Unutan ve Gafilin Mükellefliği
Emredilen Şeyin Varlığı Emrin Bir Şartı Mıdır?
Mahkumun Fih = Fiil (Hükmün Konusu
Emredilen Şeyin Yapılmasının Mümkün Olması Fiille Mükellef Tutulmanın Şartı Mıdır?
İki Zıddın Yasaklanması
Teklifin Muktezası
Mükrch Mükellef Midir?
Emredilen Fiilin Şartının, Emir Esnasında Bulunması Şart Mıdır?

III. HÜKMÜN RÜKÜNLERİ

A. Hâkim (Hüküm koyan)

B. Mahkûmun aleyh (mükellef)

C. Mahkûmun fıh (Hakkında hüküm verilcn=konu)

D. Hükmün kendisi (nefsu´1-hükm)

Birinci rükün bizzat hüküm olup, biz, bundan daha önce bahsetmiş ve bunun hitab´a raci olduğunu belirtmiştik.[1]

A. Hakim

Hâkim, hitapta bulunandır. Hüküm de bir ´hitab´ ve faili, konuşan olan bir ´söz´dür. Hükmün biçimsel varlığı hususunda şart olan bu kadarıdır. Hükmün ge­çerliliğe hak kazanması ise, sadece, yaratmayı ve emri elinde tutana aittir. Geçer­li olan hüküm, ancak, mülk sahibinin kendi mülkü hakkındaki hükmüdür; Yaratı-cı´dan (Hâlık) başka mülk sahibi olmadığına göre, hüküm ve emir sadece O´na aittir.

Hz. Peygamber, devlet başkanı, efendi, baba ve koca, bir şeyi emredip vacip kıldıklarında, bunların vacib kılması ile hiç bir şey vacib olmaz; ancak Allah´ın bunlara itaati vacib kılması sebebiyle vacib olur. Şayet böyle olmasaydı, bir yara­tılmış (insan) başka birine bir şeyi vacib kıldığında, kendisine vacib kılınan şah­sın, İcabı ters yüz ederek, bu şeyi vacib kılan kişiye vacib kılma yetkisi olurdu. Çünkü, vacib kılmaya, biri diğerinden daha hak sahibi değildir. Öyleyse vacib, Allah´a itaat ve Allah´ın kendilerine itaat etmeyi vacib kıldığı kişilere itaattir.

Denirse ki:

Hayır, aksine, ceza verme tehdidinde bulunup bunu gerçekleştirmeye gücü yeten herkes vacib kılmaya ehildir. Çünkü vücub. ancak ceza sayesinde gerçekle­şebilir.

Deriz ki:

Biz Kadı Ebu Bekir´in mezhebi olarak bunu zikrettik. Allah bir şeyi vacib kılsa, ceza tehdidinde bulunmamış bile olsa, bu şey vacib olur. Fakat, vücubun hakikati araştırıldığında, eğer kendisine sakındırılan bir zarar taalluk etmiyorsa,bir yarar sağlanmayabilir. Hğer ceza tehdidi dünyada ise, belki buna muktedir olunabilir. Ne var ki adet, bu ismin (ikab), ahirette kaçınılan bir zarara tahsis edilmesi yönünde cereyan etmiştir. Her ne kadar ceza (ıkab) sözcüğü, sakınılan her zarara ıtlak edilse de, ahırette bu, yalnızca Allah´ın kudretindedir. Dünya ise, insanoğlu buna güç yetirebilir. Bu durumda da insanın mucib (vacib kılıcı) olma-sı mümkündür. Fakat bu bizim onun buna güç yetireceğine kesin gözüyle bakma­mız anlamına geimez. Çünkü belki de, tehdidini gerçekleştirmeden Önce, bundan aciz kalabilir. Fakat yine de biz, onun buna güç yetirmesini bekleriz. Bunun ile de bir nevi korku hasıl olur.[2]

B. Mahkumun Aleyh = Mükellef

Teklifin (Mükellef olmanın) şartı, hitabı anlayacak şekilde akıllı (âkil) ol­maktır. Cansız şeylerin, hayvanın, hatta deli ve temyiz gücü olmayan çocuğun mükellef tutulması doğru değildir. Çünkü teklifin muktezası, taat ve imtisaldir. Bu da ancak imtisal kasdıyla mümkündür. Kasdın şartı ise, kastedileni (maksud) bilmek ve teklifi anlamaktır. Her hitab, ´anlama emrini´ de içerir. Anlamayan ki­şiye, nasıl, ´anla!´ denilebilir; cansız şeyler gibi, sesleri işitmeyenle nasıl konuşu­lur! Hayvan gibi, sesi işitip de anlamayanlarda, hiç işitmeyen gibidir. Şöyle-böy-le,bir şey anlayarak işiten, fakat bunu akledemiyen ve tesbit edemeyen, mecnun ve gayr-i mümeyyiz gibi, kişilerle konuşmak mümkündür. Fakat bu kişilerde sa­hih bir kasıt bulunmadığı için, hitabın bunlar açısından imtisalı iktiza etmesi mümkün değildir.

Denirse ki:

Zekat vermek, mâlî cezalan (garâmât) ve nafakaları ödemek, çocuklar üzeri­ne vacib olmaktadır.

Deriz ki:

Bu gibi şeyler, hiç bir hususta, teklif değildir. Zira, başkasının fiilî ile mükel-

12 lef tutmak imkansızdır. Mesela diyet ödemek âkile [3] üzerine vacibtir; fakat bu

demek değildir ki, âkile başkasının fiili ile mükelleftir. Fakat bu, başkasının fiili- [L 84] nin, akılenin zimmetinde borcun (ğurm) sübutu için bir sebeb olduğu anlamına gelir. Başkasının malını itlaf etmek de böyledir. Nısab´a malik olmak bu hakla­rın/borçların çocuğun zimmetinde sabit olmasının sebebidir. Yani, çocuğun nısâb´a malik olması, velinin, şu anda, ona eda etme hitabında bulunmasının se­bebidir ve çocuğun buluğdan sonra muhatab olmasının sebebidir. Bu imkansız bir şey değildir. Muhal olan, anlamayana ´anla!´ demek; işitmeyene ve akletme-yene hitab etmektir

Hükümlerin zimmette sübut ehliyeti ise, teklifi anlamaya yarayan akıl kuvvetini kabule, ileri ki bîr zamanda (fî sâni´1-hâl), kendisiyle hazır (istidatlı) olunan ´in­sanlık* vasfından elde edilir. Hatta, hitabı gerek bilfiil gerekse bilkuvve anlama ehliyeti olmadığı için, hayvan, zimmetine hüküm izafe edilmesine uygun değil­dir. Şartın, mevcut veya kısa zaman sonra hasıl olmasının mümkün olması gere­kir. Bu şartın bilkuvve mevcut olduğu söylenebilir. Nitekim, mâlikiyetin şartı ´insanlık*, insan olmanın şartı ´hayat´tir. Rahimdeki nutfe için, miras veya vasi­yet yoluyla mülk sabit olabilir. Halbuki hayat fiilen mevcut değildir; fakat bil­kuvve mevcuttur. Zira, bu nutfe hayata dönüşecektir. Ttpkı bunun gibi, çocuk da, sonunda ´aktl´a (gerekli aklî olgunluğa) kavuşacaktır. Bu yüzden, çocuk, şu anda teklife uygun olmasa da, zimmetine hüküm izafesine uygundur. Bu noktada he­men, bu hale göre, mümeyyiz çocuğun da namaz kılmakla emrolunması gerektiği söylenecek olursa, şöyle deriz; çocuk, veli tarafından namaz kılmakla emrolunur. Veli de, Allah tarafından çocuğa namaz kılmayı emretmekle emrolunmuştur. Ni­tekim, Hz. Peygamber, "Yedi yaşına geldiklerinde çocuklarınıza namaz kıl­mayı emredin ve on yaşına geldiklerinde -kılmazlarsa- dövün"[4] demiştir. Bunun sebebi şudur; çocuk velinin hitabını anlar ve dövmesinden korkar. Bu yüzden velinin hitabına ehil olur; Şari´in hitabını ise anlamaz. Çünkü çocuk he­nüz Şâri´i tanımamakta ve ahireti anlayamadığı için de, Şâri´in cezalandırmasın­dan korkmamaktadır.

Denirse ki:

Çocuk buluğa yaklaştığında, artık akletmeye başlar. Buna rağmen, Şer´ onu mükellef tutmamıştır. Bu onun, aklının eksikliğine delalet etmez mi?

Deriz ki:

Kadı, bu durumun, buluğa yaklaşmış çocuğun aklının eksikliğine delalet edeceğini söylemiştir. Fakat bu görüş, benimsenebilecek tutarlı bir görüş değil­dir. Çünkü, çocukt?wmeni gelmesi onun aklını artırmaz. Fakat, bu durumdaki Çocuktan hitabın kaldırılması, kolaylık olsun diyedir. Çünkü akıl, bu çocukta, he­nüz örtüktür ve peyderpey ortaya çıkacaktır. Çocuğun, Şer´in hitabını anladığı; peygamber göndereni, peygamberi ve ahıreti tanıdığı sınıra, birden bire, vakıf ol­mak mümkün değildir. Şer´, bu sınır için zahir bir alamet dikmiştir.

Mesele: (Unutan ve Gafilin Mükellefliği)

Unutan ve mükellef tutulduğu şeyden gafil (habersiz) bulunan kişinin mü­kellef tutulması mümkün değildir. Zira, anlamayana, nasıl ´anla!´ denilebilir! Ancak, bu kişinin, uyku ve gaflet halindeki fiilleri sebebiyle, mâlî borçlar (ğarâmât) vb. gibi bazı hükümlerin sabit olacağı inkar edilemez.

Aynı şekilde, tıpkı, unutanın, mecnunun ve işittiği halde anlamayanın mükellef tutulması mümkün olmadığı gibi, akledemeyen sarhoşun teklifi de muhaldir. Hatta sarhoşun durumu, uyandırılması mümkün olan uyuyandan; sözün çoğunu anlayan mecnundan daha da beterdir. Bununla birlikte sarhoşun boşamasının ge­çerli (nafiz) oluşu ve mâlî borcu ödemesinin lazım gelişi ise, hükümleri sebeblere bağlamak kabilindendir. Bu da inkar edilemeyecek hususlardandır.

Denirse ki:

Allah Teâlâ; "Sarhoş iken namaza yaklaşmayın...´1 {Nisa, 4/43} buyur­muştur. Bu sarhoşa hitab değil midir?

Deriz ki:

Sarhoşa hitabın imkansızlığı, burhan ile sabit olduğundan, bu ayetin tevil edilmesi gerekir. Bu ayet iki şekilde tevil edilebilir;

a) Bu hitab, aklı zail olmaksızın, kendisinde sallanma ve yalpalama belirtile­ri görünen ve henüz sarhoşluğun başında olan kişiye hitabtır. Bu durumdaki kişi [f5 85] daha önce güzel bulmadığı bazı oyun ve sevinçleri güzel bulabilir. Fakat bununla birlikte aklı başındadır. Allah Teâlâ´nın "...ne dediğinizi bilinceye kadar" {Nisa, 4/43} sözünün anlamı ise, ´sebatınız açıklık kazanıp tekamül edinceye ka­dar´ şeklindedir. Nitekim kızgın kişiye ´ne dediğini bilinceye kadar sabret!´ deni­lir; bunun anlamı ´kızgınlığın yatışıp, bilgin tam oluncaya kadar´dır. Halbuki, kızgın kişinin aklı yerindedir. Bu da sarhoş gibi, namazla meşgul olamaz ve belki

de, harflerin mahreçlerini düzeltmek ve tam bir huşu içinde olmak ona zor gele­bilir.

b) Bu hitab, İslamın başlangıcında, henüz şarap haram kılınmadan önce va-rid olmuştur. Bu hitab ile kastedilen, namazın kılınmaması değil, namaz vaklinde aşın içki içilmcmesidir. Nitekim Tıkabasa doymuş iken, teheccüde yaklaşma´ denildiğinde bunun anlamı ´çok yeme, çok yersen teheccüd sana ağır gelebilir´ demektir.

Mesele: [Emredilen Şeyin Varlığı Emrin Bir Şartı Mıdır?)

Birisi çıkıp ´Size göre, emredilen şeyin mevcud olması, emrin şartlarından değildir. Çünkü siz, Allah Teâlânın henüz yaratmadan önce, ezelde, kullarına emretmiş olduğuna hükmettiniz. Nasıl oluyor da, -şimdi- mükellefin işiten ve akıllı olmasını şar! koşuyorsunuz. Halbuki sarhoş, unutan, çocuk ve mecnun, mü­kellef tutulmaya -henüz mevcut olmayan- yok´lan daha yakındır1 diyebilir. Buna karşı biz de şöyle deriz:

Bir kere ´Allah Teâlâ emredendir; ´yok´ (henüz var olmayan şey) emredilen­dir´ sözümüzün anlamının iyi anlaşılması gerekir. Biz bununla şunu kastediyo­ruz; ´Yok, yokluk durumunda değil, varolması takdiriyle emredilendir. Zira, yokun, yokluk durumunda bir şeyi yapmakla emredilmesİ muhaldir. Fakat, kelâmu´n-ncfs´i kabul edenler, babanın, ilerde mevcud olacak çocuktan ilim öğ­renme talebinde bulunmayı içinden geçirmesi ve -şayet, çocuk mevcud oluncaya değin bu talebin baki kaldığı takdir edilecek olursa-, çocuğun bu talebi yerine ge­tirmekle emrolunması yadırganacak bir şey değildir. İşte, kullarından iktizayı ta­lep demek olan ve Allah Teâlânın zatıyia kaim olan mana da kadim olup. mev­cud olmaları takdiriyle kullarına taaalluk eder. Kullar var olduklarında, bu iktiza ile emrolunmuş oludur. Bunun benzeri, çocuk ve mecnun hakkında da caridir. Aklı (aklın olgunlaşmasını) beklemek, varolmayı beklemekten fazla bir şey de­ğildir. Ezeldeki bu mana hitab olarak adlandırılmaz; ancak emredilen şahıs mev­cud olup, kendisine işittirilince hitab haline dönüşür. Bunun ´emir´ olarak adlan­dırılıp adlandırılamayacağı tartışmalıdır. Doğrusu, bunun emir olarak adlandırıla-bilmesidir. Zira çocuklarına, malını tasadduk etmelerini vastyet eden biri hakkın­da, her ne kadar bazı çocukları henüz cenîn halinde veya henüz cenîn bile değilse de, ´Fuian kişi, çocuklarına şunu emretti´ denilmesi uygun düşer. Fakat bu kişi hakkında, ´çocuklarına hitab etti´ denilmesi uygun değildir. Çocuklar hazır bulu­nup, duyacak durumda olurlarsa, bu durumda ´çocuklarına hitab etli´ denilebilir. Sonra bu kişi, vasiyette bulunsa, çocukları o vasiyeti yerine getirseler; her ne ka­dar, emreden şu anda mevcud değil, emredilenler de emredenin varlığı esnasında yok idiyseler de ´çocuklar babalarına itaat ettiler ve onun emrine imtisal ettiler´ denilir. Aynı şekilde, şu anda biz, taat etmek suretiyle, Hz. Peygamberin emrine imtisal etmiş oluyoruz. Halbuki, Hz. Peygamber Allah katında diri olsa bile, şu bizim alemimizde mevcud değildir. Emredilen kişinin itaatkar (muti1) ve mümte-sil olabilmesi için, emredenin mevcudiyeti şart olmadığına göre, emrin emir ola­bilmesi için de, emredilenin mevcud olması şart değildir.

Denirse ki:

Siz, Allah Teâlânın ezelde, yok´u (ma´dûm) bağlayıcı bir tarzda emrettiğini mi söylüyorsunuz?

Deriz ki:

Evet, biz O´nun emreden olduğunu söylüyoruz; fakat mevcud olma takdirine göre söylüyoruz. Nitekim, yukarıdaki örnekte, ´Baba, çocuklarına tasadduk et­meyi vacib kılan (mucib) ve ilzam edendir (mülzim)´ denilir. Çocuklar akıl-baliğ fi. 86] °´unca´ Uzam ve icab hasıl olur; fakat, varlık ve kuvvet şartı ile. Yine, bir kimse kölesine ´yarın oruç tut´ dese, şu anda yarının orucunu ilzam etmiş ve vacip kıl­mış olur. Halbuki, yarının orucu, şu anda değil, ancak yarın tutulabilir. Böyle ol­duğu halde, bu orucu emreden, şu anda ´ınülzim´ ve´mucib´ olmakla vasıflanır.[5]

C.Mahkumun Fih = Fiil (Hükmün Konusu)

Teklif altına ancak ´ihtiyarî fiiller´ girer. Teklif altına girecek fiillerde şu şartlar aranır:

1)Hudusunun (meydana gelmesinin) mümkün olması. Çünkü ´teklîf-i mâ lâ yutâk´ı imkansız görenlere göre, emrin, kadime, bakiye, cinsleri çevirmeye, iki zıddı bir araya getirmeye ve teklifi caiz olmayan diğer muhal şeylere taalluk et­mesi imkansızdır. Ancak, meydana gelmesi mümkün olabilen ´yok´ emredilebilir.

Peki, hadis, hudustan Önce olduğu gibi hudus halinin evvelinde emre konu (memurun bih) olur mu? Yoksa varlığının ikinci halinde olduğu gibi, emredilmiş olmaktan çıkar mı? Bu konuda ihtilaf edilmiştir. Bu konuda, zikredilmesi fıkıh usulünün maksatlarına uygun olmayan kelamî bir bahis vardır.

2)Kulun müktesebi olabilecek ve kulun ihtiyariyle hasıl olabilecek bir şey olması. Zira, Zeyd´i, Amr´in yazmasıyla veya dikmesiyle mükellef tutmak caiz değildir. Her ne kadar bunun meydana gelmesi mümkünse de, mümkün olması yanında muhatabın kudreti dahilinde olması da gerekir.

3) Emredilen tarafından, başka şeylerden ayirdedilebilecek biçimde, bilini­yor olması, ta ki, ona yönelmesi (kastetmesi) tasavvur edilebilsin. Allah tarafın­dan emredildiğinin de biliniyor olması gerekir ki, onun imtisal kasdı tasavvur edilebilsin. Bu husus, kendisinde taat ve takarrûb kasdı gereken fiillere hastır.

Denirse ki:

Kafir, Hz. Peygambere inanmakla emredilmiştir. Halbuki kafir, bununla em­redilmiş olduğunu bilmemektedir.

Deriz ki:

Şartın, malum olması veya malum hükmünde olması gerekir. Yani, gerek delillerin ortaya konmuş olması ve gerekse akıl ve İnceleme imkânlarının hasıl olmasıyla, bilmenin mümkün olması gerekir. Nitekim, hakkında delil olmayan şeyin emredilmesi ve çocuk, mecnun gibi aklı olmayan kişilere emrin yöneltil­mesi sahih olmaz.

4)Fiilin, taat olarak gerçekleştirme iradesinin sahih olacağı şekilde olması. İbadetlerin çoğu böyledir. Bundan iki şey istisna edilmiştir;

a)İlk vacib: Bu, vücubu gösteren incelemedir. Vücubu gösterecek olan ince­lemeyi, tâat olarak gerçekleştirme kastı mümkün değildir. Zaten bunun vacib ol­duğu, inceleme yapıldıktan sonra anlaşılmaktadır.

b)Taat iradesi ve İhlas: Şayet taat iradesi, başka bir iradeye İhtiyaç duyacak olsaydı, bu irade de başka bir iradeye ihtiyaç duyacak ve böylece teselsüle düşü­lecekti.

Fiilin şartlarıyla ilgili olarak beş mesele ortaya çıkmaktadır.

Mesele: (Emredilen Şeyin Yapılmasının Mümkün Olması Fiille Mükellef Tutul­manın Şartı Mıdır?)

Bir grup alim, teklif edilen şeyin meydana gelişinin mümkün olmasının şart olmadığını; güç yetirilemeyen şeylerin teklifinin, iki zıddı bir araya getirmenin, cinsleri çevirmenin, kadimi yok etmenin ve mevcudu var etmenin emredilebile-ceğini ileri sürmüştür. Bu görüş, Ebu´l-Hasen el-Eş´arî´ye [6]nisbet edilmiştir; za­ten, bu görüş, iki yönden, onun mezhebinin bir sonucu olmaktadır:

a)Eş´arî´ye göre, oturmakta olan kişi, namaza kalkmaya kadir değildir. Çün­kü ona göre yapabilme gücü (istitâat), fiilden önce değil fiille beraberdir. Bu ba­kımdan kişi ancak, fiilden önce emrolunmuş olur.

b) Hadis kudretin, yapılabilir şeyleri (makdûr) varetmede bir etkisi yoktur. Aksine bizim fiillerimiz Allah´ın kudreti ve yaratmasıyla meydana gelmektedir. Eş´arî´ye göre, her kul, başkasının fiili ile emredilebilir. Eş´arî, buna üç şeyle is­tidlal etmektedir.

[I, 87]

1) Allah Teâlânın, "Bize takat getiremeyeceğimiz şeyleri yükleme" {Ba­kara, 2/286} sözü. Zaten imkansız olan bir şeyin giderilmesi İstenemez; bu zaten giderilmiştir.

Eş´arTnin bu gerekçesi zayıftır. Çünkü bu sözle kastedilen husus ´bize me­şakkatli ve ağır geleni yükleme´dir. Zira, "...Nefislerinizi (kendinizi) Öldürün veya diyarınızdan çıkın..." {Nisa, 4/66} ayetinde olduğu gibi, şiddetinden do­layı helakine sebeb olacak bir çok işlerle mükellef tutulmak suretiyle bitkin dü­şen kişi için *Takati yetmeyecek şeyler yüklendi´ denilir. Tevil edilmiş zahir, kat´iyyât hususunda zayıf delaletlidir.

2) Onlar derler ki; ´Allah Teâlâ, hem, Ebu Cehl´in tasdik etmeyeceğini haber vermiş ve hem de onu inanmakla mükellef tutmuştur. Bunun anlamı şudur; Allah Ebu Cehl´i, getirdiği şeyler hususunda Hz. Muhammcd´i tasdik etmekle mükellef tuttu. Halbuki, Muhammedin getirdiği şeyler arasında, Ebu Cehl´in O´nu tasdik etmeyeceği de vardı. Adeta Allah ona, kendisinin tasdik etmeyeceğini tasdik et­mesini emretmiş olmaktadır. Bu İse muhaldir´.

Bu gerekçe de zayıftır. Çünkü Ebu Cehl, tevhîd´e ve risâlet´e inanmakla em-rolunmuştur; deliller ortadadır ve akıl hazırdır. Zira Ebu Cehl deli değildir. Öy­leyse inanma imkanı hasıl olmuştur. Fakat Allah Teâlâ, onun hased ve inad yüzündan, gücü dahilinde olan inanmayı terkedeceğını bilmiştir. Bilgi, bilinene ta­bi olur; onu değiştirmez. Bir şeyin, bir şahıs için güç yetirîlebilir olduğu; o şahıs açısından mümkün olduğu ve gücü yetmesine rağmen o şahıs tarafından terkedil­miş olabileceği bilindiğinde, şayet bu muhale dönüşüyorsa, ilim cehle dönüşür ve şey, mümkün ve makdur olmaktan çıkar. Aynı şey kıyamet için de geçerlidir. Al­lah kıyameti koparmayıp, gücü yetmesine rağmen terkedeceğini haber verse bile, kıyamet şu anda Allah açısından güç yetirilebilir bir iştir. Allah´ın, kendi verdiği habere aykırı davranması muhaldir; zira bu takdirde, vaîdi yalan olmuş olur. Fa­kat bu imkansızlık, şeyin kendisine raci olmayan bir imkansızlık olup, o şeyde hiç bir tesiri yoktur.

3) Onlar derler ki; ´İmkansız bir şeyle mükellef tutma (teklîfu´l-muhâl), im­kansız olsaydı; bu imkansızlık, ya bu teklifin sıygası yüzünden; ya manası (muh­tevası) yüzünden; ya kendisine taalluk eden bir mefsedet yüzünden; ya da hikme­te çelişik olması yüzünden olurdu. Sıygası yüzünden imkansız olamaz. Zira "aşağılık maymunlar olun" {Bakara, 2/65} demek imkansız değildir; yine efen­dinin kör kölesine ´gör!*; felçli kölesine ´yürü!´ demesi imkansız değildir. Mana­sının bizzat kendisiyle kaim olması da, imkansız değildir. Zira, efendinin, köle­sinden, her iki beldedeki malını koruması için, bir anda, iki ayrı yerde olmasını talep etmesi mümkündür. Yine, mefsedet yüzünden veya hikmete aykırı olması yüzünden imkansız olduğu da söylenemez. Çünkü, Allah hakkında işleri bu anla­yış üzerine bina etmek imkansızdır. Zira, Allah´ın yaptığı hiç bir şey çirkin olma­dığı gibi, en İyiyi yapmak (aslah) da O´na vacib değildir. Diğer taraftan, tartışma gerek Allah açısından gerekse kulları açısından aynıdır. Kuldan fesad ve sefihlik mümkündür ve mutlak olarak imkansız değildir.

Tercih edilen görüş şudur: Muhali teklifin imkansız oluşu; bunun çirkinliği yüzünden veya kendisinden neşet eden bir mefsedet yüzünden veya sıygası yü­zünden değildir. Çünkü teklif sıygası bu yönde varid olabilir. Şöyle ki;

a) Allah Teâlâ´nın "Taş ya da demir olun" [İsra, 17/50] sözü ve "...aşağı­lık maymunlar olun" {Bakara, 2/65} sözü sıyga itibariyle muhali teklif etmek­tedir. Fakat bu sözler talep için değil, ´ta´cîz´ (aciz bırakma, acizliğini gösterme) içindir.

b) "...Ol der; o da oluverir" {Bakara, 2/117} sözünde olduğu gibi, muhali teklif sıygası, kudreti göstermek için olabilir. Bu söz, ´Allah, mevcud olmayan bir şeyden, kendi başına olmasını taleb etti´ anlamına gelmez.

Öyleyse, muhali teklifin imkansızlığı ´teklifin anlamı´ yüzündendir. Zira teklifin anlamı, kendisinde külfet bulunan bir şeyi taleb etmektir. Taleb de bir matlubu (istenen şeyi) gerektirir. Ayrıca bu matlubun, ittifakla, mükellef tarafın­dan anlaşılır olması gerekir. Bu itibarla ´hareket et!´ demek mümkündür. Çünkü hareket anlaşılmaktadır. Fakat birine ´mareket et!´ denilse, bu teklif olmaz. Çün­kü bu sözün manası anlaşılır ve makul olmadığı gibi, kendi nefsinde bir anlamı [I, 88] da yoktur. Çünkü bu mühmel bir lafızdır. Şayet bu lafzın, bazı dillerde, emrede­nin bilip de, emredilenin bilmediği bir anlamı olsa bile, bu yine de teklif olmaz. Çünkü teklif, kendisinde külfet bulunan bir şeyi söylemektir. Muhatabın anlama­dığı bir şey, ona bir şey söylemek değildir. Teklifin anlaşılır olması şart koşul­muştur ki, emre muhatap olan kişinin taati tasavvur olunabilsin. Çünkü teklif, ta-ati iktiza etmektir. Eğer akılda taat yoksa, taatın istenmesi (iktiza) makul ve mu­tasavver olmaz. Zira, ağaçtan dikiş dikmeyi talep etmenin, akıllının zatıyla kaim olması imkansızdır. Çünkü lalep. öncelikle, makul bir matlubu gerektirir; bu ise, makul değildir. Yani bunun akılda varlığı yoktur. Bizzat varolnıazdan önce, şey´in akılda bir varlığı vardır. Şey, ancak akılda husule geldikten sonra, kendisi­ne laleb yönelebilir. Kadîmi ihdas etme akıla girmemiştir. Öyleyse, kadîmi ihdası talep etmek, nasıl bizatihi kaim olabilir! Aynı şekilde, ´beyazın siyahlığı´nın da akılda bir varlığı yoktur. Yine ´oturanın kalkması´ da böyledir. Oturan birine ´sen oturur halde (oturarak) kalk!´ nasıl denebilir! Bu talebin kalp ile kaim olması im­kansızdır; çünkü matlub yoktur. Nitekim, matlubun, a´yanda (dış dünyada) ´yok´ olması şart olduğu gibi, zihinlerde yani akılda mevcud olması da şarttır; ta ki, matlubu zihindekine uygun olarak ayan´da meydana getirme (îcâd) mümkün ola­bilsin ve bu meydana getirme işi, taat ve imtisal yani talepte bulunanın nefsinde-ki şeyin örneğine benzetme olabilsin. Zihinde bir misali olmayan şeyin, varlıkta da misali olmaz.

Denirse ki:

Emredilen kişinin kalkmaktan aciz olduğu bilinmiyorsa, kalkma laleLvr.ir. onun zatıyla kaim olması tasavvur edilebilir.

Deriz ki:

Bu, bilmeme (cehl) üzerine bina edilmiş bir taleptir. Cahil, bunun bir teklif olduğunu zannedebilir. Durum açığa çıkınca, bunun bir taleb olmadığı anlaşılır. Böyle bir şey Allah Teâlâ hakkında tasavvur olunamaz.

Denirse ki:

Hâdİs kudret, fiille beraber olduğu halde, varkılmada etkisi yoksa, her teklif, ´teklif-i ma layutak1 olur.

Deriz ki:

Biz, felçli olmayan oturana "eve gir? denilmesi ile ´göğe çık´ denilmesi ya da ´oturmanı devam ettirerek kalk´ veya ´siyahlığı harekete; ağacı ata çevir´ de­nilmesi arasındaki farkı zaruri olarak idrak ederiz. Ne var ki, İnceleme ve tartış­ma, bu farkın neye raci olduğu hususundadır; bu ayırımın, bu emirlerden sadece birine izafetle, temekkün (yapabilme) ve kudrete raci olduğu bilinmektedir. Ayrı­ca, kudretin etkisinin ve kudretin hudus vaktinin tafsili konusundaki inceleme, her nereye varırsa varsın, bizi bu konuda kuşkuya düşüremez. Bu yüzdendir ki biz, ´Bize, takatimizde olmayan şeyi yükleme* deriz. Bütün işler eşitse, bu duanın ne manası kalır! ve bu zaruri ayırımın ne anlamı kalır! öızim bu meseleden maksadımız, kudretin tesir yönünü ve vaktini araştırmaya bağlı değildir.

Özetle söylemek gerekirse, bu konunun kapalı (güç anlaşılır) olmasının se­bebi, teklifin, ´kelâmu´n-nefs´in özel bir türü olmasıdır. Kelamu´n-nefs´İn aslını anlamada kapalılık vardır. Dolayısıyla oradan hareketle yapılan açıklama ve onun kısımlarının tafsili, kuşkusuz, daha da kapalı olmaktadır.

Mesele: (İki Zıddın Yasaklanması)

´Hareket ve sükunu bir araya getir!´ denilmesi caiz olmadığı gibi, ´hareket etme ve durma´ denilmesi de caiz değildir. Çünkü her ikisini aynı anda terket-mek, tıpkı ikisini aynı anda yapmak gibi imkansızdır.

Denirse ki:

GasbcdİImiş ekili tarlanın ortasında bulunan kişinin, orada beklemesi de ha- ri ooı ramdır; çıkması da haramdır. Zira her İki halde de başkasının ekinine zarar ver­me söz konusudur. Öyleyse bu kişi, her iki davranış sebebiyle de asi olmuştur.

Deriz ki:

Bu konuda usulcüye düşen, bu durumda olan kişiye ´bekleme´ ve ´çıkma´ demlemeyeceğini ve tıpkı iki zıddı bir araya getirmekle emroİunamayacağı gibi, iki zıddan da nchyedilemeyeccğinİ bilmektir. Çünkü bu mu haldi r.Bu durumda o kişiye ne denilecektir diye sorulursa;

Deriz ki:

Tıpkı nikahlısı olmayan bir kadınla cinsel ilişkide bulunmakta olan biri ´çek­mek´ ile cmrolumıcağı gibi, bu kişi de ´çıkmak´ ile emrolunur. Her ne kadar çe­kerken de temas söz konusu olmakta ise de, ona ´lezzet alma kastıyla değil, tevbe kastıyla çek´ denilir. Bu Örnekte olduğu gibi, gasbedilmiş tarladan çıkma, zararı azaltır; orada bekleme ise artırır.

İki zarardan daha ehven (hafif) olanı, daha büyüğüne izafetle vacib ve taat olur. Nitekim, boğazında lokma düğümlenen kişinin, içecek başka bir şey bula­madığında, şarap içmesi vacib olur. Yine açlıktan ölmek üzere olan muztarr kişi­ye, başkasının malından almak vacib olur. Başkasının malını ifsad etroek liaynihi haranı değildir. Bu yüzden, bir kimse ölüm tehdidiyle başkasının malından alma­ya zorlansa, alması, duruma göre vacib veya caiz olur.

Denirse ki:

Öyleyse, adamın tarladan çıkması esnasında verdiği zararı tazmin etmesi ge­rekmez.

Deriz ki:

Tazmin´in vacib olması için zarar verme kasdmın (udvân) bulunması gerek-

mez. Nitekim başkasının malını itlaf etmesi vacib olduğu halde, mahmasa duru­mundaki muztann, verdiği zararı tazmin etmesi gerekir. Yine çocuğa ve yaptığı şey sebebiyle itaatkar olduğu halde, düşman saflarına ok atan kişiye de tazmin gerekir.

Denirse kî:

Fasid hacca devam etmek, kaza lazım geldiği için haram İse, vacib değildir; devam etmek vacib ve tâat ise, kaza niçin vacib oluyor ve kişi böyle yapmakla niçin asi oluyor?

Deriz ki:

Bu kişi, haccı bozan cima sebebiyle asi olmuştur. Halbuki o fasidi tamamla­mak suretiyle itaatkardır. Kaza ise, yeni bir emirle vacib olmuştur. Kaza bazan, kendisine bir halel girmesi durumunda, aslında tâat olan bir şey sebebiyle de ge­rekebilir, her ne kadar ortada başkasının hakkına tecavüz durumu varsa da, kaza borcu, gasbedilmiş evde kılınan namazla düşebilir. Kaza, tıpkı tazmin (daman) gibidir.

Denirse ki:

Siz, Ebû Hâşim´e, ´Şayet o adam tarlanın içinde beklese asi olur, çıksa yine asi olur; o kendi kendini bu vartaya atmıştır. Tecavüzün hükmü de, onun fiiline uygulanır´ dediği için niçin karşı çıkıyorsunuz!

Deriz ki:

Hiç kimsenin, kendi kendisini, imkansız olan şeyi tekellüf durumuna atma hakkı yoktur. Kendini duvardan atıp da ayağı kınlan kimse, oturarak namaz kıl­ması yüzünden asi olmaz. Ancak, ayakta namaz kılmayı terketmesi sebebiyle de­ğil, ayağını kırması sebebiyle asi olur. Yukarıda söylenilen ´isyanın (udvân) hük­mü de, onu fiiline uygulanır´ sözü ile eğer, bir şeyin,, zıddıyla birlikte yasaklan­ması kastediliyorsa, bu muhaldir. îsyan, yasaklanmış bir şeyi irtikab etmektir. Eğer yasaklama yoksa isyan da yoktur. Hem bir şeyin hem de zıddının yasaklan­ması nasıl varsayılabilir! Güç dahilinde olmayan şeyin teklifine aklen cevaz ve­renler, "Allah kimseye, gücünün üzerinde bir şey teklif etmez" {Bakara, 2/286} ayeti sebebiyle, bunun şer´an mümkün olmadığını söylemişlerdir.

Denirse ki:

Siz (yukarıdaki meselede), zararı azaltmak İçin, çıkma yönünü tercih ediyor­sunuz; etrafı, hiç boşluk kalmayacak biçimde, başka çocuklarla çevrili bulunan bir çocuk üzerine düşen kişi hakkında ne diyorsunuz? Böyle bir durumda, bilinir ki; eğer adam olduğu yerde kalsa, altındaki çocuğu öldürecek; hareket etse, etra­fındaki çocukları öldürecek. Adamın başka bir seçeneği de yoktur. Bundan çıkış yolu nedir?

Deriz ki:

Bu durumdaki adama ´bekle´ denilmesi muhtemeldir. Çünkü intikal, ancak gücü yeten canlının yapabileceği yeni başlanmış bir fiildir. Hareketi terketme ise, bir kudret kullanımına gerek duymaz. Yine bu kişiye, başka seçenek olmadığı [I, 90] için muhayyer olduğunun söylenmesi de muhtemeldir. Ayrıca, bu konuda Allah Teâlâ´nın bir hükmü olmadığı; dolayısıyla da bu kişinin dilediğini yapmakta ser­best olduğunu söylemek de muhtemeldir. Çünkü hüküm, ancak nass ile veya nıansûVa (hükmü nass ile belirtilmiş olana) kıyas ile sabit olur. Bu mesele hak­kında nass olmadığı gibi, mansûsât arasında, kıyasa medar olabilecek bir benzer mesele de yoktur. Öyleyse, hüküm, Şer´in vürudundan önceki hal üzere kalır. Bir hadisenin, hükümden hali olması da uzak değildir. Bütün bunlar" muhtemeldir; muhal olan ise muhalin teklifidir.

Mesele: (Teklifin Muktezası)

Teklif ile gerektirilen şeyin (el-muktezâ bi´t-teklif) ne olduğu konusunda âlimler ihtilaf etmişlerdir.

Mütekellimlerin çoğunluğuna göre, teklifle gerektirilen şey, ´yeltenme´ veya ´uzak durma´dır. Bunlardan her biri kulun kesbidir. Buna göre, orucun emredil-mesi, (yeme-içme ve cinsel ilişkiden) uzak durmanın emredilmesi demektir; uzak durma ise karşılığında sevab verilen bir fiildir. Zina etme ve şarab içmenin ya­saklanması ile gerektirilen de, bunların zıdlarından birini işlemektir, ki bu ´terk´ demektir. Bu suretle kişi, kendi fiili olan ´terk´ karşılığında sevab kazanmış olur.

Kimi MutezilTler de şöyle demiştir; teklif, bazan uzak durmayı gerektirir, ve bu bir fiil olur. Bazan da teklif, zıddını İşlemek kastedilmeksİzin, bir şey yapma­mayı gerektirir.

Birinciler (mütekellîmun) bunu inkar etmiş ve şöyle demişlerdir: Yasak se­bebiyle bîr şeyden uzak durana, sevab verilir. ´Yapmamak´ yokluktur; dolayısıy­la, yapmamak bir ´şey´ değildir ve ona bir kudret ilişmemiştir. Çünkü kudret bir ´şey´e ilişir. Yokluk da şey olmadığına göre, ´yoketme´nin kudret ile olması sa­hih değildir. Eğer kişiden bir ´şey* sadır olmamışsa, ´hiç bir şey´e (lâ şey) karşı­lık o kişiye nasıl sevab verilebilir! işin doğrusu, bu husustaki emrin bölümlenme-sidir. Orucu ele alalım; oruç hususunda ´uzak durma´ istenendir. Bunun içindir ki, oruçta niyet şart koşulmuştur. Zina etme ve şarap içmede ise, bu ikisinin ya­pılması yasaklanmıştır. Dolayısıyla bunları yapan cezalandırılır. Kendisinden bunlar sadır olmayan kişi ise ne cezalandırılır ne de ona sevaplandınlır. Ancak eğer yapabilecek durumda iken, bu ikisinden şehvetini kesmeyi kastetmişse, bu fiiline karşılık sevab alır. Yapılması yasaklanmış bir şeyi yapmayan kimse, ne ceza ne de sevab alır. Çünkü ondan hiç bir şey sadır olmamıştır. Şer´in amacı, belki de, zıdlarını işlemesini kastetmeksizin, kişinin ´fe vah iş´i istememesidir. .

Mesele: (Mükrch Mükellef Midir?)

Mecnûn ve hayvanın aksine, mükreh´in fiilinin teklif altına girmesi caizdir. Çünkü burada halel, teklif konusu şeyde değil, mükelleftedir. Mükellefi, teklif altına sokmanın şartı, ´duyma´ ve ´anlama´dır. Bu ise, mecnun ve hayvanda yok­tur. Mükreh ise anlar ve mükrehİn bunu yapması, imkan dairesindedir. Zira mük-reh, fiili gerçekleştirmeye de terketmeye de muktedirdir. Mesela birini öldürme­ye zorlanan kişi, bu fiili yapmayabilir. Çünkü her ne kadar bunda helak endişesi bulunsa da, mükreh buna muktedirdir.

Kişi, ikrah edildiği şey ile zaten mükellef ise, yani zaten yapmakla mükellef olduğu bir şeye zorlanıyorsa, kişinin, mesela, bir müslümanı öldürmeye teşebbüs eden bir yılanı kılıçla öldürmeye zorlanması mümkündür. Kaldı ki, kişinin bu du­rumda, o yılanı öldürmesi zaten vacibtir. Ya da kafir, müslüman olmaya zorlanır­sa ve bu ikrahın sonucunda müslüman olursa, ´bu kişi mükellef olduğu şeyi eda etti´ deriz.

Mutezile der ki: Bu (rnükrehin mükellef olması) muhaldir. Çünkü o kişiden, ancak yapmaya zorlandığı fiil sahih olur; dolayısıyla ona seçme hakkı kalmaz.

Bu görüş de muhaldir. Çünkü kişi, bunu terketmeye muktedirdir. Bu yüzden­dir ki, eğer bir müslümanı öldürmeye zorlanmışsa, zorlandığı şeyi terketmesi va­cibtir; yılanı öldürmeye zorlanmışsa öldürmesi vacibtir; şarabı yere dökmeye [1,91] zorlanmışsa, bunu yapması vacibtir. Bu açıktır, fakat yine de bunda bir derinlik ve incelik vardır. Şöyle ki; emre uymanın (imtisal), tâat olabilmesi İçin, emre uyma düşüncesinin itici gücünün, ikrah değil, emir ve teklif olması gerekir. Eğer kişi, zorlayanın (mükrih) kılıcından kurtulmak için emre uymaya yönelmişse, bu takdirde, Şer´in sevkedici çağrısına (dâi´ş-Şer1) icabet etmiş olmaz. Eğer bir işi, Şer´in sevkedici çağrısı sebebiyle, ikrah olmasa da zaten yapacak idiyse ve hatta terkine zorlansa bile yine de yapacak idiyse, bu fiilin tâat olarak meydana gelmiş olması imkansız değildir. Fakat, her ne kadar, korkutma, biçimsel olarak var ise de, bu kişi mükreh olmaz. Bu inceliğe dikkat edilmelidir.

Mesele: (Emredilen Fiilin Şartının, Emir Esnasında Bulunması Şart Mıdır?)

Emredilen fiilin şartının, emir esnasında mevcut olması emredilen fiilin şartı değildir. Aksine, emir, hem şarta, hem de meşruta yönelir; dolayısıyla kişi, önce Şartı yapmakla emrolunmuş olur. Bu itibarla kafirlerin, İslamın füruu İle muhatab olmaları mümkündür. Nitekim, abdestsiz kişi, önce abdest almak şartıyla, namaz kılmakla muhatabtır. Mülhid, önce ´Gonderen´e inanmak şartıyla, Peygamber´i tasdikle muhatabtır.

Reytiler (Ashâbu´r-Rey), bu anlayışa karşı çıkmışlardır. Reyciler ile olan gö­rüş ayrılığı, ya bunun ´mümkün olup olmadığı´ı (cevaz) ya da ´meydana gelip gelmediği´ (vuku1) hususundadır.

Aklen mümkün oluşu (el-cevâzu´l-aklî ):

Bu hususun aklen mümkün olduğu açıktır. Çünkü Sâri´in "İslam beş şey üze­rine bina edilmiştir; siz hem, bunların hepsiyle ve hem de bunlardan önce müslü-man olmakla emrolundunuz" demesi imkansız değildir. Bu suretle iman hem bi­zatihi, hem de diğer ibadetlerin şartı olduğu için emredilmiş olur. Abdestsiz ve mülhid Örneğinde olduğu gibi.

Birisi, bunların hepsine karşı çıkarak, ´imtisal edilmesi mümkün olmayan bir şey nasıl emredilebilir! Abdestsiz kişi, namaz kılmaya muktedir değildir; Öyleyse bu kişiye öncelikle abdest alması emredilmiştir. Ancak abdest aldığında, namaz kılma emri ona yönelir´ diyecek olursa, deriz ki: Sizin bu sözünüze göre, ´bir kimse Ömrü boyunca hem abdesti hem namazı terketse, namazı terketmesine kar­şılık ceza görmez. Çünkü o, kesinlikle, namazla emredilmiş değildir´ demek ge­rekir ki, bu icmaa aykırıdır. Yine, onun abdestten sonra, namazla emredilmesi sa­hih olmayıp, önce tekbirle emrolunması gerekir. Çünkü önce tekbir alınması şart­tır. Hatla, daha da önce, tekbirin ilk harfi olan hemzeyi (A harfini), sonra sırasıy­la diğer harfleri telaffuz etmekle emrolunduğunu söylemek gerekir. Yine cum´a namazına koşma emri, ancak ilk adımla birlikte kişiye yönelir.

Şer´an vuku bulmuş olduğu (el-vukuu´ş-şer"î):

Bunun şer´an mümkün olup olmadığıyla ilgili olarak da şunları söyleriz:

Tıpkı, ibadetlerin vücubunun hür, mukim, sağlam kişilere ve hayızlı olma­yan temiz kadınlara tahsis edildiği gibi, fürû´ hitabının da sadece mü´minlere tah­sis edilmesi mümkündür. Fakat deliller, kafirlerin de muhatab olmaları şeklinde varid olmuştur.

Bunun üç delili vardır:

Birinci delil; "Sizi ateşe ne sürükledi? Dediler ki; biz namaz kılanlardan değildik" {Müddessir, 74/42} ayetidir.

Bu ayette Allah, onlara namazı terketmeleri sebebiyle azab ettiğini haber vermekte ve bununla müslümanlan sakındırmaktadır.

Denirse ki:

Burada kafirlerin sözü hikaye ediliyor; dolayısıyla bu ayette bir hüccet yok­tur.

Deriz ki:

Allah´ın, bu sözü onları tasdik makamında zikretmiş olduğunda ümmetin ic-maı vardır; ve bu sözle sakındırma hasıl olur. Zira, bu söz eğer yalan olsaydı, ´Biz azaba maruz kaldık; çünkü biz yaratılmışlarız ve varlarız´ demek gibi olur­du. Kaldı ki Allah, kafirlerin devamla söyledikleri "Biz, din gününü de tekzib ederdik" {Müddessir, 74/46} şeklindeki sözlerini, "Biz namaz kılanlardan değil­dik" {Müddessir, 74/42}şeklindeki sözleri üzerine atfetmiştir ki, azap nedeni olan bir şey (yalanlama) azap nedeni olmayan bir şey (namazın terki) üzerine nasıl atfedilebilir!

Denirse ki:

Cezalandırılmaları, ´yalanlama* sebebiyledir. Fakat, taatlerin terkedilmesi de, yalanlama suçuna eklenerek ceza ağırlaştırılmıştır.

[I, 92]

Deriz ki:

Nasıl ki ceza muhatab tutulunmayan mubahların terki nedeniyle ağırlaştırıla-mazsa, aynı şekilde taatlerin terki nedeniyle de ağırlaştırılamaz.

Denirse ki:

Onların cezalandırılmaları, namazı terketmeleri sebebiyle değil, fakat, imanı terketmek suretiyle, kendi kendilerini namazı terketmenin çirkinliğini bilemeye­cek duruma getirmeleri yüzündendir.

Deriz ki:

Bu anlayış birkaç yönden batıldır;

a) Bu anlayış, hiç zaruret veya hiç bir delil yokken zahiri terketmedir. Çün­kü, namazı terketmenin çirkinliğini bilmeyi terketmek, namazı terk etme değil­dir. Zaten onlar (kafirler), "Biz, namaz kılanlardan değildik" demektedirler.

b) Bu yaklaşım, öldürme ve diğer yasaklan işleyen kafir ile, bunları yapma­yan kafirin eşit tutulmasını gerektirir. Çünkü her ikisi de, iman etmemek (küfür) sebebiyle, kendi kendilerini haramların çirkinliğini bilmeyecek duruma getirme noktasında eşittirler. Halbuki yasakları işleyen kafirle bunları işlemeyen kafiri eşit tutmak icma´a aykırıdır.

c) Nazar ve istidlali terkeden kişinin, imanı terketmeye karşılık cezalandırıl­maması gerekir. Çünkü bu kişi, incelemeyi terketmek suretiyle kendisini marifet ve imanın vücubunu bilme ehliyetinden çıkarmış olmaktadır.

Denirse ki:

Kafirlerin "Biz namaz kılanlardan değildik" sözleri, ´mü´minlerden değildik´ anlamına gelebilir. Fakat onlar, kendilerini mü´minlerin alametiyle tanıtmışlardır. Nitekim, Hz. Peygamber, mü´minleri kastederek, "Ben namaz kılanları Öldür­mekten nehyedildim" demiş, fakat onları mü´minlerin şiarı ile tarif etmiştir.

Deriz ki:

Bu muhtemeldir. Fakat, zahir ancak bir delil sebebiyle terkedilebilir. Burada hasmın, zahirin terked ileceği ne dair bir delili yoklur.

İkinci delil; "Allah yanında başka bir tanrıya dua etmezler. Allanın ha­ram kıldığı nefsi, hak etmedikçe öldürmezler ve zina etmezler. Bunları kim yaparsa, bir cezaya kavuşur; ona kıyamet gününde azab katlanır ve orada aşağılanmış olarak sürekli kalır" {Hırkan, 25/68-69} ayetidir.

Bu ayet, küfür, öldürme ve zina suçlarını işleyen, bunların her üçünü de ya­pan kişiye azabın katlanacağı hususunda nasstır. Böyle bir kişi, ´küfür´le, *yeme-içtne´yi bir araya getiren kişi gibi değildir.

Üçüncü delil; kafirin, Allahı İnkar etmesine karşılık cezalandırılacağı gibi, Peygamberi yalanlamasına karşılık olarak da cezalandırılacağı hususundaki ic-madır. Bu delil, onların dayanaklarını yıkmaktadır. Çünkü onlar ´Küfür ile birlik­te ibadet tasavvur olunamaz. Böyleyken, kafir ibadetle nasıl emrolunabilir!´ der­ler ve bunu şöyle gerekçe]endirirler: Küfür içerisinde iken yapması imkansız ol­duğu halde ve hatta müslüman olduğu takdirde vacib olmadığı halde, zekat ver­menin ve namazı kaza etmenin kafire vacib olmasının hiç bir anlamı yoktur. Do­layısıyla, imtisal edilmesi mümkün olmayan bir şey nasıl vacib olabilir!.

Deriz ki:

Bu vacibtir. Hatta küfür üzere ölse, bunu terketmiş olması yüzünden ceza­landırılır. Fakat eğer müslüman olsa, kafirliği esnasında kılamadıkları (geçmişle­ri) affedilir. îslam, kendinden öncekileri kökten siler. Yine, imtisale imkan bula­madan önce emrin neshedilmesi uzak değildir, öyleyse, müslüman olması sebe­biyle vücubun düşmesi de uzak değildir!

Denirse ki;

Zekatın vacip olması için müslümanlık şart olduğuna göre ve vücub şartı olan müslümanlık kafir açısından bizzat bulunmadığına göre, bu noktadan hare­ketle, zekatın kafir üzerine vacip olmadığına istidlal etmek her halde, zekatın ka­fire vacib olup daha sonra düştüğüne hükmetmekten daha evladır.

Deriz ki:

Bizim ´Vücub îslam sebebiyle sabit olmuş ve af hükmüyle düşmüştür´ sözü­müz akla uzak olmadığı gibi, herhangi bir nassa da aykırı değildir. Kur´an nassla-rı, kötülüklere (fevahiş) dalan kafirin cezalandırılacağına delalet etmektedir. îc-mar ise, peygamberleri, velileri öldüren, dini altüst eden kafir ile bunlardan hiçbi­rini yapmayan kafir arasında fark bulunduğuna delalet eder. Dolayısıyla, bizim zikrettiğimiz yaklaşım daha uygundur.

Denirse ki:

Peki, siz, aslî kafire vacib kılmadığınız halde, müslümanken dininden dönen kişiye (mürted) niçin ´kaza´yı vacib kılıyorsunuz.

Deriz ki: a 93]

Kaza, yeni bir emir ile vacib olur ve bu hususta delilin gereğine uyulur. On­ların bu sözlerinde hiç bir hüccet (gerekçe) yoktur. Zira eda etmekle emrolunma-dığı halde, hayızlı kadının orucu kaza etmesi vacib olduğu gibi, bazan da kaza etmeklç emrol un mayan kişi eda ile emrolunabilir. Fakihler ´Mürted, müslümanlık sebebiyle, kaza etme borcunu kendine gerekli kılmış (iltizam etmiş), kafir ise bu­nu iltizam etmemiştir´ şeklinde bir açıklama getirmişlerdir. Bu açıklama zayıftır. Çünkü, kul onu iltizam etsin etmesin, Allahın lazım kıldığı her şey lazımdır. Eğer, onun İltizam etmemesi sebebiyle düşecek olsaydı, aslî kafir ibadetleri yeri­ne getirmeyi ve haramları terketmeyi iltizam etmediğinden, bütün bunların, aslî kafire lazım gelmemesi gerekirdi.[7]

--------------------------------------------------------------------------------

[1] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 1/117
[2] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayıncılık, 1.Cilt:117-118

[3] Akile; hataen öldürme suçu işleyen kişiyle birlikle diyeti yüklenen kişiler anlamında olup, bunlar gencide kişinin asabesidir.

[4] Ebu Davud, Salat, 26/1, 332-334

[5] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 1/118-121
[6] Ali b. İsmail b. Ebi Bişr İshak b. Salim (ö. 324). Kelamdaki Eş´ari mezhebinin kurucusu

[7] İmam Gazali, İslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayıncılık: 1/122-134